BENİM SÜRMELİ PALAZIM
Ekim ayında toprağa attıkları çavdarlı buğdaylar dizine kadar çıkmaya başlamıştı.
Çavdarlar buğdaylardan daima bir karış kadar önden gidiyordu.
İki tarafı tepeyle sarılan uzunca koyağın kuzey kısmı bölgenin en yüksek tepesinin başladığı yerdi. Koyaklardan 30 – 40 metre yüksekteki tepelerden ekinin dalgalanışını seyretmek onun her sabah yaptığı işlerden birisiydi.
Ekinlerin bittiği ve taşlı yamaçların başladığı her kare toprakta yeşeren binlerce çeşit ıtırlı bitkilerden saçılan doyumsuz bir koku onu mest ediyordu.
Sabahın seherinde bütün serçeler harekete geçiyor, Haziranın bu ilk günlerinde tepeden tepeye, daldan dala, kayadan kayaya uçuşarak birbirlerine ses veriyorlardı.
Burada orta boy kuşlardan sadece atmaca ve cula görülürdü. Atmaca görüldüğü anda bütün serçeler bir tarafa sinerlerdi.
Atmacadan en fazla korkan ise kekliklerdi, atmacanın en sevdiği kuş da onlardı. Atmacalar henüz ayağa kalkmadan keklikler palazlarını alaca karanlıkta sürüsüyle gezdirerek çekirgelerle karınlarını doyururlar ve ardından kuytulardaki gün boyu geçirecekleri tüneklerine geçerlerdi.
Her çocuk gibi o da anasından bir palaz kevkisi isteyip duruyordu. Eğer kevkiyi bulursa seher vakti tutacağı bir palazı içine koyarak her zaman elinde taşıdığı değneğiyle öldürdüğü çekirgelerle besleyip büyütecekti.
O sabah derin koyağın üstünde ekinlerin dalgalanışını izlerken hemen aşağıda bir kekliğin ötüşüne birçok palazın ses verdiğini duydu.
Hemen yanındaki gevenin dibine iyice küçülerek uzandı. Gevenlerin çiçeğindeki muhteşem kokuyu o anda keşfetmişti.
Palazların sesi gittikçe ona yaklaşıyordu. Ürkek anaç kekliğinse sesi kesilmişti. Palazların anaçlarından ses ve cevap almak için iyice artan sesleri gitgide kendisine yaklaşıyordu.
Elini atsa tutabilecek kadar yaklaşan sesler bir anda kesildi. Anlaşılan anaçları onları uyarmıştı. Zira tepelerinde bir atmaca, hissettirmeden süzülmeye başlamıştı.
Gevenin dibinden yavaşça doğrulurken anaç kekliğin pırrr, ciyak ciyak, diye büyük bir gürültü çıkararak havalanmasıyla palazlar da ardı sıra hareketlendiler. Ama onlar daha bir haftalıktı. Üzerlerinde mundar tüyü denen asıl tüyün öncüleri henüz görünüyordu. Ondan fazla olan palazların kimisi sekiyor, kimisi ayaklarını ters çevirip ot kurusuna dönüşüyor kimisi de dağ çayı rengindeki tüyleriyle olduğu yerde ot kesiliyordu.
Bir tanesini tuttuğu gibi ana, anaaa! Diye kelife doğru seğirtmeye başladı. Anası karşı yamaçta burma yoluyordu, onu duymamıştı.
Kelifin duvarında asılı olan altı delikli kevkiyi aldı ve içine üzerindeki büyük delikten palazı attı. Palazın atıldığı kapak deliğini anasına diktirdi ve yanında taşıyacak bir kulp ekletti. Artık palaz kevkiye mahkûmdu ve küçük deliklere kaçmak için hamle yaptıkça çarpıp geri dönüyordu.
Şimdi tek yapacağı şey ona çekirgeyi yedirmeyi başarmaktı. Çünkü palaz, çekirgeyi elinden yediği anda artık evcilleşmeye adım atmış oluyordu.
Ekinlerin kenarlarında sanki halı gibi serilmiş çekmelerin içinden geçtikçe çekirgelerin onlarcası sağa sola sıçrardı. Her defasında bir tanesini değneğiyle ezer ve palazın ağzına verirdi, o yedikçe keyifleniyordu.
Dokuzuncu ayın ortalarına kadar hem sığırlarını güttü hem de onların peşinde seğirtirken çekirgelerle palazını büyüttü.
Palaz son günlerde başındaki tüylerini dökmeye başlamıştı. Sanki yağır oluyordu. Bunun artık, onun yaşadığı bir değişim olduğunu öğrenince rahatladı.
Günler sonra kafasında yeni tüyler bitmeye başladı, gözlerinden geriye doğru da simsiyah ışıl ışıl bir sürme çıkıyordu.
Bir de, kabak kevkisi ona dar gelmeye başlamıştı. Çünkü palazlıktan yağırbaşlığa geçen yavru, artık keklik olmaya doğru ilk adımı atıyordu.