Selçuklu ve Osmanlı Devleti olarak bin yıldır hüküm süren Cihan Devletini, devamında Türkiye’yi içten ve dıştan yıkmak, İslam âlemi üzerindeki hâkimiyetine son vermek için son yüz elli senedir gençlik üzerinde eğitim düzeyinde özel operasyonlar yapılmaktadır.
Bir milletin belkemiğini o milletin sahip olduğu gençleri teşkil eder. Sosyal bir varlık olan milletin, bütün fertlerini birbiriyle kaynaştıran, bir arada yaşamalarını sağlayan hususiyetler dil birliği, din birliği, vatan, bayrak, devlet birliğiyle mili ve manevi değerlerinden neşet eden ideal ve gaye birliği ile örf, adet, anane, gelenek ve göreneklerdir. Bu gençliğin, milletin genlerinden kaynaklanan bu değerleri ve bu şuuru taşımaları, irsi olarak intikal eden bu özelliklerin yozlaşmadan, bozulmadan çocuklarına-kendinden sonraki nesillere intikal etmesiyle o milletin devamlılığı sağlanmış olur.
Milletin dinamik gücü olan gençliğin bu özellikleri taşıdığı; beraber gülüp beraber ağladığı, düğününde-cenazesinde aynı duygularla hislendiği, sevinçte, tasada, kıvançta bir olup aynı ortak tavrı sergilediği vakit o milletin yapısı çelikten daha sağlam olur, merhum Mehmet Akif’in dediği gibi “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”, o milleti kimse yıkamaz!
Kökü tarihin derinliklerine dayanan Türk Milleti, ataerkil aile yapısının çok güçlü olduğu; aile içindeki bağlılık Hz. Ali’nin “baba gibi devlet, ana gibi nimet, evlat gibi servet bulunmaz” vecizesinde ifadesini bulmaktadır. Bu sağlam temelden kaynaklanan örf, adet, anane, gelenek ve göreneklerine son derece bağlı boylardan müteşekkil yapısıyla birçok devletler kurmuş, Orta Asya’da yüzlerce yıl hasımlarının kokulu rüyası haline gelmiştir. Türk Milletinin bu yüksek hasletleri Müslümanlığı kabul etmeleri ile İslam’ın potasında adeta yeni bir hüviyete kavuşmuştur.
Müslüman Türk Milleti gerek Asya ve Orta Doğuda gerekse Avrupa ve Kuzey Afrika’da hâkimiyet kurduğu bölgelerde hiçbir zaman emperyal bir yönetim göstermemiş; Hindistan’dan Tunus-Fas’a; Somali’den Kırım’a, Avrupa içlerinden Yemen’e kadar adalet ve medeniyet götürmüştür. Hâkimiyeti altındaki yerlerin diline, dinine, kültürüne müdahale etmemiş onları serbest bırakmıştır. Devlet o derece büyümüştü ki idari sistemi de bu büyüklüğü yönetecek şekilde organize edilmişti. Hatta Osmanlı, tebaasına öyle müsamahakâr davranmış ki, size iki misal vereceğim, Allah uzun ömürler versin olayın canlı şahitleri ikisi de sağ. Şimdinin petrol zengini olan Kuveyt’te konferans veren Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'e Arap gençlerden biri kalkıp şu soruyu sorar:
-“Kuveyt mi daha büyük ve güçlü yoksa Osmanlı mı?”
Ahmet hoca insanı dehşetle düşünmeye iten şu cevabı verir:
-“Osmanlı Devleti 36 eyalet idi ve 36 eyaletten biri Bağdat eyaletiydi. Bağdat’ta 29 sancaktan oluşmaktaydı. Bu 29 sancaktan biri de Basra Sancağı idi. Basra’da 31 kazadan oluşmaktadır. Bu kazalardan biri de şimdi Suudi Arabistan'da kalan Lahza’dır. Lahza Kazası da kendi içinde 80 köye ayrılmaktaydı. Bu 80 köyden biri Ebulhayr köyüdür. Bu köyde 15 mezradan oluşmaktaydı. İşte bu mezralardan biri de Kuveyt’ti.”
Yine Kuveyt’e Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma konferansa gider. Bir Arap profesörü İngilizce konuşarak hocaya itiraz eder:
-Osmanlı bizi yıllarca sömürdü asimile etti, der. Kürsüye çıkan İhsan Süreyya hoca Arapça konuşarak onlara:
-Osmanlı neyiniz vardı da sömürdü, henüz petrolünüz yoktu. Osmanlı size hiç dokunmadı, sadece size hizmet etti. Ben bir Türk olarak Arapça konuşuyorum. Bu salondakilerin ekseri Arap, siz bir Arap olarak burada İngilizce konuşuyorsunuz, işte asimile bu, sömürü bu, der.
Salonda bir alkış tufanı kopar, o profesör salonu terk eder gider…
Ceddimizle bu kadar tefahürden sonra asıl konumuza avdet edelim. Bu büyük millet hangi badirelere duçar oldu da bu hale geldik? Tarihin her döneminde büyük devletler güçlerinin devamlılığı için ya yeni fetihler, ya da yeni sömürgeler elde etmesi gerekmekteydi. Osmanlı Devleti asla bir sömürgeci ülke olmadı çünkü gücünü fütuhattan almaktaydı. Osmanlı Devleti bu dönemde devlet olarak gücünün zirvesindeydi. Ancak, İkinci Viyana seferiyle birlikte yeni fetihler bitmişti. “Kemalühu-zevalühu” “Bir şeyin kemale-zirveye ermesi zevalinin başlamasıdır”. Tıpkı öğle vakti zirveye çıkan güneşin bu andan sonra zevalinin başlaması gibi, devlet yönetiminde bir duraklama, bir gerileme sürecine girildi.
Eskiden İtalya ve Fransa gibi ülkeleri bir mektupla hizaya koyan Devleti, çepeçevre kuşatan hasım devletler Osmanlı’dan öç almak için kadim haçlı zihniyeti ile her yola başvurmaya, her fırsatı değerlendirmeye çalıştılar. Osmanlı Devletine karşı yürütülen hasmane çalışmaların tamamını Yahudi-Siyonistler organize ve koordine etmekte, ekonomik gücü de ellerinde tuttuklarından istedikleri şekilde yönetmekteydiler. Öncelikle Gayr-i Müslim yerli halkları organize ve yardım ederek isyan için kışkırtmaya başladılar. Uzun vadede ise devleti içerden çökertip kendi yetiştirecekleri elemanları idareye getirerek her istediklerini yaptıracak bir duruma getirme planlarını işletmeye koydular.
1860 yılında Paris’te “Alliance İsraelite Universelle 1860” ismiyle bir okul açarlar. İlk açılışta sadece Yahudi çocukları eğitmek; kendilerinin ihtiyacı olan elemanlardan başka asıl İslam Âlemini ifsat edecek militanları yetiştirecek olan okul kısa bir süre sonra seçme üstün zekâlı Osmanlı/Müslüman Türk öğrencileri de okula almaya karar verdiler. Onlara verilen özel eğitimler sonunda, kendi duygu, düşünce ve fikirlerine hizmet edecek bürokratik ve askeri kadroların sağlanması için milletine, inançlarına, örfüne, geleneklerine tepeden bakan, hatta düşman olan mankurtlaşmış insanlar olarak yetiştirip payitahta-İstanbul’a önemli görevler için gönderiyorlardı. Bu konudaki üstat Peyami Safa’nın “Bir milleti yok etmek isterseniz askeri istilaya gerek yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevi değerlerini, ahlakını soysuzlaştırmak kâfidir” tespitleri tam da bu durumu özetlemektedir.
Bilhassa 2.Abdülhamid’den sonra ABD’li Siyonistler Avrupa’daki okullarının aynı eğitimlerini vermek üzere İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Diyarbakır, Van, Tarsus, Antep ve emsali diğer şehirlere aynı tip okulları kolaylıkla açmaya ve uzakta eğitim yerine yerinde ve yaygın eğitimle tüm toplumu istedikleri biçimde şekillendirmeye başladılar. Bu okullar daha sonraları Kolej adıyla çoğu şehirde açılmış; işlevlerini kuruluş amaçlarına uygun icra ederken zamanla aynı faaliyetlerine devam etmesi için tamamı Fetönün eline teslim edilmiştir.
“Osmanlı Devletinin son döneminde İslam coğrafyasını adeta bir ahtapot gibi sarıp sarmalayan Siyonist eğitim kurumları hem devletin dağılmasında hem de eğitim sistemimizin kendi medeniyetimize muhalif bir kimlikte şekillenmesinde etkili olmuştur.”
Bu okullar mezun verdikçe ve bunlar Payitaht İstanbul’a ve diğer merkezlerde yuvalandıkça devlete, saltanata ve Sultan Abdülhamit'e karşı tıpkı günümüzdeki ifadeler gibi “özgürlük, demokrasi, fikir özgürlüğü, çağdaşlık” gibi çeşitli kavramlar çerçevesinde baş kaldırılması, isyana teşebbüs edilmesi asla bir tesadüf ürünü değildir. Bir süre sonra Türk Aydın kimliği artık farklı bir karakter ve özellik göstermeye başlayacak; batılı devletleri savunan, onlara hizmet eden bir hüviyet kazanacaktır. Bu kadroların oluşturduğu grup, bir 31 Mart vakası tezgâhı ile Sultan 2. Abdülhamid’i tahttan düşürmüş ve kendi iradelerini uygulamak üzere Yahudilerin Truva atı olarak İttihat ve Terakki denilen örgütü iktidara getirmişlerdir. 2.Meşrutiyetten sonra kurulan Meclis-i Mebusanda bu okul mezunları yer almış; “güçlendirilmiş parlamenter sistem” yönetimindeki ağırlıkları ile kısa zamanda Osmanlı devletini yıkarak İslam dünyasını da paramparça etmeyi başarmışlardır. 33 yıldır Sultan Abdülhamid’den bir karış toprak alamayan Siyonistler böylelikle büyük İsrail'e giden yolda çok önemli bir aşamayı, çok önemli bir merhaleyi kat etmiş oldular.
2. Bölümle Devam edecek….
Yukarıda geçen ve yeni neslin anlayamayacağı düşüncesiyle, bin yıldır kullandığımız, ancak çoğu unutturulan bu kelimelerin günümüz Türkçesiyle karşılıkları aşağıya çıkarılmıştır:
Sergüzeşt :Serüven, macera
Hususiyet :Özellik
Neşet :Doğma, çıkma, ileri gelme
Şuur : Bilinç, düşünme yeteneği
İrsi : Kalıtımla geçen, genetik
İntikal : Geçiş, bir yerden başka yere geçme
Pota : İçinde maden eritilen çok yüksek ısıya dayanan özel kap
Haslet : Yaratılıştan gelen özellik, huy
Müteşekkil : Meydana gelmiş, oluşmuş, şekillenmiş
Hasım : Düşman
Hâkimiyet : Egemenlik
Tebaa : Uyruk, bağlı olanlar
Müsamahakâr : Hoş görülü
Ced : Ata, dede, soy
Tefahür : Övünme
Avdet : Dönmek
Badire : Ansızın ortaya çıkan tehlike
Duçar : Yakalanmış, maruz kalmış, tutulmuş
Fütuhat : Zaferler, kazanılmış savaşlar
Kemal : Olgunluk, zirve
Zeval : Yok olma, sona erme, ortadan kalkma
Mankurt : Şuurunu kaybetmiş, kendine yabancılaşmış köle, mankafa
Payitaht : Başkent
İstila : Savaşarak işgal etme,
Merhale : Aşama