Selçuklu ve Osmanlı Devleti olarak bin yıldır hüküm süren Cihan Devletini, devamında Türkiye’yi içten ve dıştan yıkmak, İslam âlemi üzerindeki hâkimiyetine son vermek için son yüz elli senedir gençlik üzerinde eğitim düzeyinde özel operasyonlar yapılmaktadır.
…
Bu Siyonist okullardan başarıyla (!) mezun olanlardan bazı isimleri sıralayacak olursak: Payitahttaki muhalifleri koordine eden Osmanlının son Hahambaşı Haim Naum Lozan heyetinde danışman olarak bulunmuştur. Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren beş kişilik heyetten biri olan Emmanuel Karasu, İsrailin kurucu heyetinden Vladimir Japotenski ve Hukukçu Theodor Herzl İsrail’in kuruluşunda başı çekmişler; ilk Milli Eğitim Bakanlarımızdan olan Dr. Reşit Galip eğitimin şekillenmesinde ve Türkçe Ezan’ın yazılmasında öncü olmuştur. Mihri Belli ülkemizde komünist düşünce sisteminin öncülüğünü ve fikir babalığını yapmıştır. Yine bu okulların mezunlarından olan Celal Bayar, 1960 ihtilalı sonunda Başbakan Adnan Menderes ve Bakanları idam edilirken geçmişi dolayısıyla ona bir şey olmamıştır.
İsrail’in oluşumunu ve alt yapısını hazırlamak için ABD’deki zengin büyük Yahudi ailelerin finanse etmeleriyle Filistin civarında terör ve tedhişte bulunacak elemanları eğitmek üzere Paris’teki “Alliance İsraelite Universelle” okulunun daha radikali olarak “Mikve Tarım okulları” kurulmuştu. Bölgedeki yerli halka yapılan bütün baskın ve katliam hareketleri bu okulların militanları sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bu okullar, faaliyetlerinin Ortadoğu’yla sınırlı kalmaması için daha sonra Cezayir'den Libya'dan Tunus'tan Mısır'dan tutun Suriye'de, Irak'ta ve Anadolu'da, Bursa, Edirne, İzmir ve Selanik gibi her yerde adeta ahtapot gibi bütün bir Osmanlı coğrafyasını saran okullarını açmaya başladılar. Osmanlı’nın yıkılmasından sonra kurulan bütün İslam Ülkelerinde hep bu okul mezunları yönetime gelmişlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim sisteminin yapılandırılması için ABD’den getirilen Yahudi John Dewey uzman olarak yeni eğitim sisteminin kurulmasını sağlamıştır. “Alliance İsraelite Universelle” ve “Mikve Tarım okullarında” uygulanan, hepimizin de mecburi olarak giydiğimiz siyah önlük ve beyaz yakalı kıyafetleri de bizim okullarımıza örnek alınmış ve aynen uygulanmıştır.
Yahudi John Dewey, Milli Eğitimi yapılandırırken, yeni nesli kendi kültüründen ve inancından uzaklaştıracak teslimiyetçi bir devlet zihniyetine uygun olarak yaptığı programlamadan sonra bir toplantıda şöyle konuşmuştur:
– “Ben Türklere öyle bir eğitim sistemi kurguladım ki bu sistemi kırk yıl uyguladıktan sonra ülkenin hiçbir evladının geçmiş tarih, kültür, inanç ve medeniyeti ile fikri ve duygusal bağı kalmayacaktır” der. Yeni eğitim sistemiyle on yılda on beş milyon genç “yaratılmıştır”. Bu yeni ateist, çağdaş ve aydın(!) fikirleri alt tabakalara ve halka yaymak için memleketin dört bir yanına en kırsal ve taşra yerlere, kendi inancı, kültürü ve medeniyetinden bağları kopuk tek tip bir insan modeli üretmeyi amaçlayan ve “Mikve Tarım Okulları”nın benzeri “Köy Enstitüleri” açılmıştır.
Eylül 1933'te Almanya'da başlayan Nazi yönetiminden dolayı takibata uğrayan bir takım Yahudi akademisyen zor günler yaşamaya başlar. Bu konuda bir mektupla ülkemizden yardım isteyen Albert Einstein'ın bu teklifi sevinçle kabul edilir. Büyük çoğunluğu kariyersiz olan ve hiçbirisi Türkçe bilmeyen Hitlerden kaçan bu 190 öğretim üyesi ülkemize geldi. Çoğu, Alman tarih, müzik, sanat ve sosyal alanlarında çalışan 190 Yahudi öğretim üyesi, eğitim ve akademik seviyelerine ve niteliklerine bakılmaksızın hepsine birden Ordinaryüs Profesör unvanı verilerek İstanbul Üniversitesinde göreve başlatıldı.
Bu Yahudi akademisyenlerinin tamamı ülkemizin açlıktan kırıldığı, insanların karneyle ekmek aldığı, açlığın yoksulluğun had safhada olduğu; Türk akademisyenlerin 100-180 Lira maaş aldığı dönemde bunlara tam 10 katı 780 ila 1180 Lira maaş bağlandı. Bu durumda ikinci sınıf insan muamelesi gören Türk akademisyenlerini küstürmüştür. Yine bir Yahudi teorisyen olan Dr. Alfred Künhe Sanat Öğretmen Okullarının kuruculuğunu yapmıştır. İstanbul Üniversitesine çöreklenen bu akademisyenlerin Türkçe bilmediklerinden bizim ülkemize, bizim kültür, sanat ve medeniyet dünyamıza hiç bir katkısı ve faydası da olmamış; Darülfünun geleneğindeki Üniversiteyi bir Yahudi eğitim kurumuna çevirmiştir. Bu grup yıllarca yüksek maaş alarak emekli olmuşlardır.
Bu arada, İsrail’in kuruluşundan 8 yıl sonra 1956’da Telaviv’de Mossad tarafından bir İslam Üniversitesi kurulur. İsteyen herkesin giremediği bu gizli üniversitenin Yönetimi ve tüm öğrencilerini Mossad’ın oluştırduğu; Kur'an, Hadis, Akait, Fıkıh, Arapça vb gibi siyonist bakış açısıyla verilen derslerin müfredatını ve hocalarını da yine Mossad belirlemektedir. Bu derslerden daha çok casuslukla ilgili “Müslümanlar arasında nasıl yaşanır, nasıl ilişki kurulur, nelere dikkat edilir, İslami topluma nasıl sızılır” gibi "özel" derslerin verildiği bu üniversitenin ilk mezunları bugün 85 yaş civarındadır. İslam âlimi kılıflı bu Mossad ajanları hangi ülkelerde, nerelerde yeni/ılımlı İslam’ı oluşturmaya, dinimizi yozlaştırmaya çalışmaktalar? Dini bilgileri öğretecek okulların olmadığı dönemlerde kasaba ve köylerde bilgisi kıt hocaların sıkça anlattığı İsrailiyyat dediğimiz hikâyelerin dinimize sokulma çalışılmasını bu Mossadlılar mı yaptı? Bunlar arasında 28 Şubatçılara, BÇG’ya hocalık yapanlar var mı?
Dönelim Türkiye’ye… Yeni eğitim sistemimizde ilkokuldan Üniversiteye kadar her kademedeki okulda eğitim gören milyonlarca gencimiz şayet ailesinden, yakın akraba çevresinden yahut yasaklanmış olmasına rağmen Osmanlı kültürüyle yetişmiş âlim ve tasavvuf erbabı hocaların tesiriyle kendini bu çarkın dişlilerinden kurtaranlar müstesna çoğu kendi öz kültürüne yabancı hatta düşman bir nesil olarak heder olmuşlardır. Bu neslin bürokraside görev almasıyla devlet yönetimi halkla kavgalı bir hale gelmiş, kendilerine muhalif her hareket ezilmiş; yönetim azınlığı dışında kalanlar sindirilmiştir. “Yeter artık! Söz Milletin” denen 1950 sonrası Ezanın asli hüviyetine kavuşmasıyla eğitim sisteminde de millileşme ümitleri ve kıvılcımları görülmeye başlamıştır. Üstat Necip Fazıl’ın veciz ifadesiyle:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es…
Milli Eğitimde millileşme adımları önce Mecelle kaidesinde “Def'i mefsedet celbi maslahattan evladır” (zararlı şeyleri uzaklaştırmak, faydalı şeyleri uygulamaktan daha önemli ve önceliklidir) denildiği gibi Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla atılmaya başlandı. Ceddinin mezar taşı kitabesini okuyamayan, dedesinin dilinden anlamayan torunların çevresini saran çember çatırdamaya başladı. Merhum Ayvaz Gökdemir’in Öğretmen Okulları Genel Müdürü olmasıyla birlikte Eğitim Enstitüleri ve Öğretmen Okullarında kadro ve sistem anlayışında millileşme başladı. Geçmişine küfretmeyen, inancına hor bakmayan, halkı aşağılamayan yeni nesil öğretmenler okullarda görev yapmaya başladılar. Artık sönmeye yüz tutmuş közün üzerindeki kül kalkmıştı. Ahlaki, milli ve manevi değerlerimizle mücehhez yeni bir gençlik çığ gibi gelmekteydi.
Siyonist eğitim sisteminin tahribatı John Dewey’in dediği gibi kolayca yok edilebilecek bir durumda değildi. Dış güdümlü 1960 ihtilalından sonra, on yıldır uyanan gençliğin enerjisini sistemden uzak tutmak için önce sağcı-solcu, sonra Alevi-Sünni v.b. ayrıştırmalar yaparak bir birleriyle çatıştırmışlardır.
Bu eğitim sisteminin yetiştirdiği elemanlar eliyle örgütlenen, kendi devletinin askerine polisine kurşun sıkan; devletin malını yakan-yıkan, tahrip eden anarşist-militan ve teröristler ile bunları destekleyen, koruyan, finanse eden patronlar, siyasi partiler hiçbir zaman boş durmadılar, boş durmayacaklar. Hele ki toplum mühendislerinin taktik ve program değiştirmeleriyle, içimizdeki at gözlüğü takmış gafilleri de kandırıp kendi saflarına çekerek milli ve manevi değerlerin tahribatında “kurşun asker” olarak kullanmaya başlamaları bu kutlu davayı içerden vurmaya çalışmaktadır. Fakat şurasını unutmuş olmalılar ki, üstat Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi: “Kıtmir bir köpekti, Ashab-ı Kehf’in köpeği. Ama cennete gitti. Kim olduğun kadar kimlerle olduğun da önemli!
2000’li yılların başlarında “milenyum gençliği”, şimdilerde ise “Z” kuşağı diyerek gençliğe yeniden çengel atmaya, onları yeniden kendilerini, ailelerini, çevresini, tarihini, siyasi olayları sorgulamaya, eleştirmeye, karşı koymaya, yakıp yıkmaya yönlendirmeye çalışıyorlar. Teknolojinin ilerlemesiyle “milenyum gençliği”-“Y” kuşağı, bilişim sistemlerinin yaygın kullanımıyla da “Z” kuşağı diyerek gençliği kategorize etmek, onları ayrıştırmak bu millete yapılabilecek en büyük ihanetlerden biri olmaktadır. Müslüman Türk genci, inancı gereği bilim ve teknolojiyi yakından takip etmeli, tarihte atalarının yaptığı gibi dünyaya ışık tutan yeni buluşlara, keşiflere, gelişmelere açık olmalı ve çalışmalıdır. Hamdolsun son yıllarda böyle bir geçlik de vardır ve son sürat yol almakta; tarihin akışını değiştirecek, tarihe yön verecek buluşlara imza atmaktadır.
Bu çalışmaların yaygınlaştırılması ve tüm dünyaya örnek olması için gençlerimizin öncelikle geçmişimize ve inancımıza düşman yabancıların-siyonistlerin yıkıcı tahribatından uzak tutulmaları şarttır. Bunun için de ilkokuldan itibaren eğitimin her kademesinde kendi tarih, kültür ve medeniyetleri ile tanıştırılmalı ve barıştırılmalıdır.