Gezi nedir, ne değildir?

Son günlerde ‘Osman Kavala Davası’ ile başlayan tartışmalarla tekrar gündeme gelen ‘Gezi Olayları’nın üzerinden 7 sene geçti.
28 Mayıs 2013’te Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesini protesto şeklinde başlayıp, tüm ülke çapında toplumsal bir başkaldırıya dönüşerek, bütün yaz boyunca devam eden protestoların gerek toplumun, gerek yöneticilerin üzerinde etkisinin kalıcı olacağı kesin.

Ülkemiz tarihinde geniş kitlelerin yönetime karşı tepkileri, çoğunlukla sistemden çok kişilere yönelik olmuştur. Osmanlı toplumundaki ‘istemezük’ çığlıkları, Cumhuriyet Dönemi’nde de benzer biçimde devam etmiş, kişiler değiştirilince tepkilerde azalarak ortadan kalkmıştır. Gerek Osmanlı’da gerekse Cumhuriyet döneminde hem yöneticiler hem de yönetilenler tarafından çoğunlukla devlet kutsal, halkta kul olarak kabul görmüştür.
3 Mayıs 1944 İstanbul Valisi Nevzat Tandoğan’ın önüne getirilen eylemci gençlere yönelik söylediği ‘‘Sizin milliyetçilik’le komünizm’le ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere gelmek. Alın bu iti götürün.’’

1960’lar dan sonra üniversite gençliği ve örgütlü işçi sınıfı düzeyinde bireylerden çok sistem sorgulanmaya başlasa da diğer toplum kesimlerinde çok da karşılık bulmamıştır.
AKP’nin kendi yaşam biçimi anlayışını dayatmasına karşı gençlik başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi 2013 Mayıs’ında sokağa çıkaran ‘Gezi Olayları’ sosyolojik açıdan irdelenmesi gereken önceki tepkilerden oldukça farklı bir toplumsal başkaldırıdır.

Ben de oradaydım…
Gezi dönemi olayları, benim için de, topluma, gençliğe ve ülkenin geleceğine artık başka bir açıdan bakmamı gerektirecek kadar önemli bir süreç oldu.

Olaylar başladığı ilk gün iş yerimizde çalışan genç arkadaşlarla bahçede oturup neler olduğunu (hayatımıza yeni girmiş sosyal medya platformları üzerinden) kavramaya çalışırken, öğleden sonra, artık daha fazla dışında kalamayacağımızı düşünüp biraz da gazeteci yanımın debreşmesi ile Taksim’e gitmeye karar verdik. Saat 14-15 gibi Galatasaray Meydanı’na geldiğimde hayatımda hiç tanık olmadığım bir durumla karşılaştım. Meydan ile Tünel arasında neredeyse on binlerce insan toplanmış slogan atıyor, meydanı 15-20 polis kapatır gibi yapmış ama sağdan soldan dileyen geçip gidiyor, polisler kendi aralarında muhabbette, ne var ki o büyük kalabalık oldukları yerde duruyorlar ve Taksim Meydanı’na doğru herhangi bir yürüme eğilimleri de yok. İsteseler polislerin yanından geçip gidebilirler ya da polisleri kucaklayıp kenara koyup gene yürüyebilirler ama onların öyle bir derdi yok. Ben ne olduğunu anlamak için Taksim Meydanı’na kadar gittim, orada büyük bir anormallik görmeyip Cihangir’e doğru yöneldim, yollar ve Cihangir tarafı giderek kalabalıklaşıyor ama kimse de toplanıp Taksim’e doğru yürüme eğiliminde değil. Kalabalıkta, pikniğe gelmiş bir hava var. Bu arada bizim 70’ler kuşağından bir arkadaşımla karşılaştık ve neler olduğunu birlikte anlamaya çalıştık. Arkadaşım ‘1-2 saat içinde bu kalabalık Taksim’e girer’ deyince ‘hiç zannetmem bunlar yürümeye değil slogan atmaya gelmişler galiba’ dedim gülerek.


Böyle bir protesto biçimi bizim kuşağımızın alışık olduğu bir biçim değildi. 70’li yıllarda bu kadar büyük kalabalık bir araya geldiğinde önünde değil 15-20 polis, yüzlercesi bile durduramazdı o dalgayı. Ama şimdi herkes olduğu yerde biraz sohbet, biraz slogan, işin keyfini çıkarıyordu sanki. Ben gerek eylemci kitleyi anlamaya çalışarak gerekse işin sonu nereye varacak merakı ile birkaç kez ara sokaklardan Taksim-Cihangir arasında dolaştım. Son gidişimde de artık kalabalık Tünel-Galatasaray arasına sığmaz olunca, polis Taksim Meydanı’na çekilmiş adeta eylemcilerin toplanma alanını genişletmiş, sadece Taksim Alanı’nın girişlerini tutmuş durumdaydı. Akşam iş mesaisi bitiminde artık Taksim’e gelen tüm yollarda büyük kalabalıklar birikmişti. Ne var ki diğer yollarda da (sadece Unkapanı’ndan gelen yol hariç) aynı manzara vardı ve artık yüzbinlere ulaşmış kalabalıklar oldukları yerde ve ileri çıkmadan slogan atmaya devam ediyorlardı. Unkapanı yolu tarafında ise az sayıda, daha heyecanlı bir eylemci grubu zaman zaman polise taş atıyor, poliste onlara gaz bombası atarak cevap veriyordu. Benim o anki algım sanki bu sahne günlerce bu şekilde devam edebileceği ve bir şeyin değişmeyeceği yönünde idi. Hatta gece olup polisler her yönden kalabalığın üzerine gaz bombası atmaya başlamasına rağmen, o büyük kitle gaz bombasını ya etkisiz hale getirmeye ya alıp geri atmaya çalışıyor, slogan atıyor ama gene de ileri çıkmaya çalışmıyordu. Hatta içlerinde gitarı ile ileri çıkıp gaz alanına girip, gitar çalıp geri dönene bile rastlanıyordu. İleri çıkıp gaz yiyen gruplar geri geliyor ve arkadakiler gönüllü olarak onların yerini alıyordu. Ben ‘ne olacak bu işin sonu’ merakı ile gece saat 02’ye kadar yollarda dolaştım. Baktım ki 12 saattir bir farklılık yok biraz sıkılmaktan, eh biraz da aralarda gaz yemekten ve yorgunluktan eve döndüm.


Ama bu durumda uyumak mümkün mü? Evde de sosyal medya üzerinden nerede ne oluyor takibi başladı. Twitter’ı o güne kadar çok yoğun kullanmamıştım ama o gece işlevini çok daha iyi kavradım. Özellikle Beşiktaş tarafında bir grubun iş makinası ile TOMA kovalama süreci beni hem heyecanlandırdı hem de çok gerdi. İlk başlarda iş makinası serseri mayın gibiydi. Bir ara Beşiktaş sahildeki Başbakanlık Binası’na doğru yönelmesi ile hepimizin bu işin sonucundan endişe etmeye başladık ama Beşiktaş Çarşı Grubu’nun ‘Abi’leri sahneye çıkarak çok olumsuz sonuçları olabilecek bu durumu kontrol altına almayı başardılar. Yıllar sonra Çarşı Grubu’nun liderleri bu olaylarla ilgili yargılanırken, mahkemeye gidip ‘siz onları yargılayacağınıza madalya takmalısınız, onlar olmasa o kepçe Başbakanlık Ofisi’ne girse bunun sonucunun nereye varabileceğini düşünün’ demek aklımdan geçmedi değil.

Diğer birkaç gün polislerin ölçüsüz aşırı güç kullanması, protestoculardan yaralanan ve ölenler olmasına, AKP yöneticilerinin siyasi söylemlerindeki sorumsuzluklara rağmen o büyük kalabalıkta ciddi bir saldırganlık durumu oluşmadı hiç. Olaylar artık İstanbul sınırlarını aşıp tüm ülkeye yayılması üzerine, siyasi irade Taksim’e girişi serbest bırakana kadar özellikle Başbakan Erdoğan’ın ‘vandallık’ suçlamasını haklı kılacak hiç bir davranış gözlemlenmedi. Buna rağmen yalan haberler ile (camide içki içtiler vb.) kitleler suçlansa bile toplum nazarında bir karşılık bulmadı bu karalama çabası.

Bu süreçte gençlerin bize verdikleri bir başka ders ise, baskılara karşı mücadele etme sürecinde, artık güçten çok zeka döneminin başladığı mesajı idi. Muhteşem yaratıcılık ürünü olan sloganlar, duvar yazıları derken bir de ‘Duran Adam’ın sahneye çıkması ile ezberlerinin bozulma sırası polislere gelmişti. Polis telsizinden duyulan şu anons: ‘amirim ben ne yapayım adam olduğu yerde duruyor‘ şaşkınlığı bu sürecin dinamiklerinin artık bizim zamanımızdaki gibi işlemediğinin en güzel örneği idi.

Gezi Parkı Alanı’na girilip orada bir ay sürecek ‘yeni ve farklı bir yaşam mümkün’ deneyimi asıl başlı başına incelenip üzerine tezler yazılması gereken bir süreç bence.
Alanın görünümünü size kısaca bir hatırlatayım. Parkın kenarındaki yüksekliklere siyasi gruplar çadırlar kurmuşlar, pankartlar asmışlar. Ortadaki düşük kodlu park alanında ise çoğunlukla gençlerden oluşan gruplar kendi küçük çadırlarını, komün yaşamlarını kurmuşlar adeta kendi farklı dünyalarını oluşturmuş durumdalardı. Sanki zeytinyağı ve su gibi karışması mümkün olmayan iki grup vardı park içinde. Ben günlerce bu görüntüyü anlayabilmek ve yorumlayabilmek için gittim alana. Yıllarca siyaset yaptıklarını iddia eden örgütlerin gençlerden ne kadar koptuklarını, ve gene yıllardır ‘apolitik, sorumsuz, duyarsız’ diye suçladığımız gençlerimizin aslında ne kadar ‘politik’ olduğunu, sadece onların politika anlayışlarında bizim yıllardır görmezden geldiğimiz, görsek bile yok etmeye çalıştığımız ‘birey’ kimliğinin de yer aldığını ve bunun oldukça öne çıktığını fark ettim.

Sonuç olarak Gezi’de gençler (bir arkadaşımın tespiti gibi 3 babaya değil ama) iki babaya iyi bir ders verdiler. Birincisi ‘‘devlet baba’ya: yaşam tarzım bana aittir, senin ona karışmana izin vermem.’ İkincisi ‘‘siyasi babalara: biz farklı bir kuşağız, sizin siyaseti yapma biçiminizi beğenmiyoruz, bir an önce değişmeniz lazım’’. Taraflarca bu mesajlar ne kadar alındı artık onu da gelecek tarih araştırmalarında bulabileceğiz.

Evet, yönetici güçler böyle bir sürecin tekrarlanmasından korkuyorlar. Bunun için de hukuk sistemini delik deşik etme pahasına dava üstüne dava açmaya, Osman Kavala örneğinde olduğu gibi ‘bakın onu bile zindanlara atıyoruz, artık size ne yaparız bilinmez’ mesajları vermeye çalışıyorlar. Ancak bana göre ‘Gezi’, yargılanması gereken, içinde kötü niyetler aranan, korkulması gereken, yıkıcı ve bölücü bir süreç değil, ülke için umuttur, gelecektir, aydınlıktır. Elbette aydınlıktan korkanlar ‘Gezi’den korkacaklar. Onlar içinse yapacağımız bir şey yok. Tarih hep ileri yani aydınlığa gidecek ve onlar hep korkacaklar.

Bu süreçte hayatlarını kaybedenler ve yaralananlar başta olmak üzere, bu nedenle suçlanıp hapis yatanları, ülkesini terk etmek zorundan kalanları saygıyla anarak noktalayayım yazımı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Eklenenler

author

Emma Hayes

There I was in a hot yoga studio with plenty of bright natural light and bending myself into pretzel like positions for the very first time.

instagram