Gargara’da mütevazı bir köy evi vardı.
Duvarları temelden bir iki metre taş, yukarısı yığma kerpiçtendi. Ara ara ağaç hatıllarla bezenmiş sıvasız bir yapıydı.
L tipi evin boş alanı uzun bir hayattı, L’nin üzeri ise aynı şekilde toprak damdı. Damın bir ucu mahallenin sokağına diğer iki ucu da bahçeye cepheydi. Damın bir köşesinde yerini alan taş yuvak zamanı gelince bir uçtan diğer uca damı vara gele vara gele pekiştirir ve yağışların içeri akmasını önlerdi.
Yola cephe tarafın karları koca kışlarda küründüğünde sokak bazen geçilmez olurdu. Ama sokağın son evi olduğundan bu durum kimseyi rahatsız etmezdi.
Evin adamı çoktan, “tahtalı köy” dedikleri asıl memleketine göç etmişti. Evin kadını Sultan ana her defasında “goyub geden nurda yadsın” derdi.
Evin anası da babası da Sultan anaydı. Sultan ana tam bir kanayaklıydı. Hüseyin’in koyup gittiği beş bile çocuğuna yokluk yaşatmamaya uğraşır, eller gibi tarlasını sürecek bir çift öküzü, sütünü alacağı ineği ve eller gibi koca kulaklı bol sütlü sarı keçisi olsun isterdi.
Koca kulaklı sarı keçisi ve bir çift öküzü hiç olmadı. Öküz yerine boyunduruğa iki sütlü ineği koşardı. Sarı keçi yerine de bir çift çandır halk tipi karakeçisi olmuştu.
O sene baharın karakeçilerden birisi bir oğlak doğurdu, diğeri ise yüklüydü, son günlerindeydi.
Keçilerden birisi ak sekili birisi de kır yanaklıydı. Kır yanaklıya çağırırken birbirinden ayırmak için kırmalı derlerdi, henüz yüklü olan da buydu.
Mart sonuna doğru sultan navruz ile beraber keçileri her gün köyün hemen üstünü bir hilal gibi kaplayan makilik alana gütmeye götürürlerdi.
Sultan ananın iki büyük çocukları o sırada 12 ve 14 yaşlarındaydı. On dört yaşındaki en büyük oğlu Mustafa inekleri gütmek için, on iki yaşındaki Kadir de keçileri gütmek için gurup arkadaşlarıyla beraber makilerin, çalıların arasına daldılar. Bu dört ay sürecek olan bir zamandı onlar için. Tabi sabah çıkıp akşam inilen bir uzaklıktı burası.
Dört ay sonra köy ekinleri başlar ve yukarı salıda davar ve sığır gütme işi biterdi. Artık mallar baş bağlarıyla ekin aralarında ve avar salısında zapt edilirdi.
Yukarı salıdan akşam, önüne katılan malları eksiksiz getirdikçe sevilirler eğer kaybederek eve dönerse Sultan anadan “zımzıkları” yağrınlarına birer ikişer yerlerdi.
Nisan ayının ortalarına doğru 12 yaşlarındaki Kadir iki keçiyi oğlaklarıyla beraber yine çalılık alana götürmüştü. Yanında da her zamanki gibi keçi güden çocuklar vardı.
O gün keçilerin yönü hep Yukarı İzvit sınırına doğru gidiyordu. Elmacı Kösenin Düz ve Alakise Gölcüğü üzerinden Kürklü Boğaza doğru geldiklerinde büyük bir patırtı ve kütürtü duydular. Çocuklardan birisi “efe aldere coşdu elleem, gelin bakedelim” deyince hepsi o tarafa doğru koştu.
Coşan aldereyi herkesle beraber seyrettiler. Aldere: Yukarı İzvitle Gargara arasındaki 1900 rakımlı dağların gerisinde toplanan karların nisan yağmurlarıyla erimesinden oluşan bir patlamayla coşardı her yıl.
Burası mahşer yeri gibiydi, herkes boz bulanık suyun önünde ellerinde “iskelitle” bir şeyler arıyorlardı sanki.
Kadir, birisine yaklaşıp: emmi, bunlar ne ararlar milli suyun içinde, deyince adam:
Altın ararlar, suyun geldiği şu karşı dağın altında önceleri gâvurlar yaşarmış, buralardan kaçarken altınlarını ve diğer paralarını gömüp gitmişler. Gömdükleri yere de bazı işaretler koyarak ileride kendi soylarına, kolayca bulmaları için ipucu vermişler, dedi.
Kadir ve arkadaşları keçileri unutmuşlardı bile, akşam aldereyi nasıl seyrettiklerini köyde anlatacak olmanın keyfiyle bakışırken keçiler akıllarına geldi.
Hemen çalıların arasına çıkıp keçileri koyup geldikleri yere koştular. Ortada hiçbir keçi de oğlak da görünmüyordu.
Çocuklar hiçbir şey olmamış gibi türkü çağıra çağıra köye geldiler.
Kadir çok düşünceliydi, ya keçileri eve varmadıysa, Sultan anaya ne derdi? Kaç defa zımzıklardı?
Mustafa ağası goca inekleri yitirmeden eve getirir de o iki keçiyi eve getiremezse nasıl olurdu? Üstelik Mustafa ağası akşama kadar kuyrukkakan peşinde koşardı.
Çocuklar evlerine çoktan kanatlanıp uçmuşlardı, ama Kadir, ağır ağır Sultan ananın görmeyeceği yerden eve yaklaşmaya çalışıyordu. Bu sırada Mustafa ağasının ineklerle sağ salim eve girdiğini gördü.
Sığırları evin alt katındaki ahıra katarlarken bir ara keçilerden birisinin dışarı çıkmak için hamle yaptığını görünce dünyası değişti.
Mustafa ağası: Kadir oğlan geldi mi ana, hiç görünmüyor, keçileri ahıra katıp gitmiş ellem, dedi.
Sultan ana da “ben de görmedim, birez evel geçiler bunardan yandan geldiler emme o yoğudu, hazaar ollarda oynaya galmışdır” dedi.
Bu lafları duyan Kadir ortaya çıktı ve hiçbir şey olmamış gibi içeri girdi. Muhtemel zımzıklardan kıl payı kurtulmanın keyfini sürdü.
Keçiler ve sığırlar aynı ahırı paylaşırlardı. Oğlakların ve küçük tanaların emişmemesi için onlara ayrı bir köşe ayarlanırdı. Diğerleri baş bağlarıyla yalaklarının başına bağlanırdı.
O gece keçiler ve oğlaklar salınık unutulmuştu. Sabahleyin yemlemeye varıldığında keçiler ve oğlaklar yoktu. Dış kapı da açıktı.
Akşamdan kapı örtülse de üst taraftaki kilten karşıdaki yerine takılmamıştı. Keçiler kapıyı oynata oynata açmayı başarmışlar ve dışarı çıkmışlardı.
Ama neredeydiler, bilen yoktu. Yakın bahçelere, her zaman götürüldükleri tarlalara hızla seğirtip bakılsa da hiçbir yerde bulunmadılar.
Konu komşu herkes haberdar edilse de bir umut ışığı yoktu.
O zamanlar kurtlar köye kadar yaklaşırlar keçilerden boş bulduklarını bir çoban edasıyla dağa sürdükten sonra yerlermiş, diye ileri sürülen iddia onlara da korkunç olsa da mantıklı gibi gelmişti.
Köyde bulunan Deke Abdurrahman’ı, Deke Ahmet’i, Alimeler, Hacıgil, Köse Ahmet’i, Köse Abdullah’ı ve diğer sürüsü olanlara sorulsa da bir sadra şifa sonuç alınamadı.
Tek umut her gün güdülmek üzere sürüldükleri yukarı salıda aramaktı. Ailecek herkes oraya yöneldi.
İnin yaka, Çekmenler, Kızıl Çukur aşıldı iz yoktu. Buradan Karaoğlak Taşı üzerinden Alakise Gölcüğüne geçilirdi.
Kara oğlak taşına geldiklerinde burada bir anormallik gördüler. Sağda solda keçi kılları uçuşuyordu, az ötede bir keçi derisi parçası vardı, tazeydi, hiç dişlenmemmiş başı ile beraber yerde sürünüyordu. Bu onların karakeçilerinden ak sekili olandan başkası değildi. Oğlakla keçiyi burada kurtlar yemişti. Sadece kırmalı dedikleri yüklü olan yanal keçi ortada yoktu.
Alakise, aşağı izvit ve Yukarı İzvit çobanlarına da haber gönderilerek durum anlatıldı ve sürülerine kırmalı karışırsa haber etmeleri istendi.
Eve döndüler, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ortada suçlu arayacak bir durum da olmadı. Ama daha iki ay önce dört ettik diye sevinirlerken ve en küçük kardeşleri Mükremin oğlağımız oldu diye havalara uçarken şimdi hiçe dönülmüştü.
Sultan ana o gece her zamanki gibi besmeleyi ikiye çıkardı. Yatsı namazından sonra ve erden kalkıp teheccütten sonra “güzel ırabbım şu yetimlerin yüzüne bak da kırmalımızı bari bize sağ salim geri ver!” diye niyazda bulundu.
Sabahleyin herkes gideceği yere doğru hareket etmek üzereydi. Sürü sahibi komşuları ve Sultan ananın inisi Deke Abdurrahman’ı sürüyü ağıla katmış onlara doğru geliyordu.
Gennaba, dün akşama doğru Yukarı İzvitli çoban Gırdolu ile yukarı salıda görüştüydük, sizin kayıp yüklü kır keçiyi Kızılinin yanındaki sarp kayalıklarda yeni doğurduğu oğlağıyla görünce sürüsüne katıp İzvide götürmüş, gelsinler alsınlar dedi. Hadi gözünüz aydın!
İzvide varıp Gırdolu dayının sürüsüne yaklaşarak “gel gırmalı gel” diyen Sultan anayı görünce keçi ağlarcasına ona mee mee diye cevap verdi.
Kara oğlak taşından beri zalim canavarların önünden kaçarak kızıline çıkan kırmalı burada yükünü üstünden atmış kurtlardan kurtulmanın keyfini sürmeye başlamıştı.
Gırdolu dayı: keçiyi kayadan sürüye kolayca kattık ama oğlağını zor yakaladım, o hiç insan görmeyince yabani bir ceylan kadar ürkek olmuş haldeydi, dedi.
Sultan ana ve çocuklarıyla kırmalı sarmaş dolaş hasret giderdiler.
Gırdolu dayı misafiri kırmalına veda ederken de şöyle dedi: keçiler çok akıllı hayvanlardır, Kızılindeki baldıran salmasına sürüyü mahsustan katarım ama hiç birisi o maydanoz gibi ışıl ışıl yeşeren baldırana saldırmazlar, koklayıp geri çekilirler. Keçiler zehirli ve zararlı otları insanlardan çok daha iyi bilirler.
Boşuna dememişler: keçinin yediği otu ye yemediği otu yeme! Diye.