Türk Dil Kurumu, atasözünü ‘uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş ve halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz’ olarak tanımlıyor.
Çocukluğumuzdaki duyup akıllarımıza kazıdığımız atasözleri ve deyimlerin, kişiliğimiz ve hayatı yaşama biçimimiz üzerindeki etkileri tartışılmaz. Peki bu öğütlerin üzerimizdeki etkisi sizce hep pozitif yönde mi oluyor?
Bir atasözü, örneğin ‘sakla samanı, gelir zamanı’ bizi bir taraftan tasarrufa yönlendirip, bugün gereksiz görülen şeylerin bir gün gerekli olabileceği yönünde bir mesaj verirken, bir diğeri de örneğin ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ bizi bencilliğe itip, bireysel kazanımlarımızın her şeyden önce gelmesi gerektiği gibi dayanışma ve paylaşmaya ters bir mesaj yüklüyor beynimize.
‘Sürüden ayrılanı kurt kapar’ deyişi ilk başta toplumsal dayanışma gibi görünse de aslında bir çobanın denetiminde ve önderliğinde hiçbir kişisel çaba içine girmeden adeta bir koyun gibi yaşamamız gerektiğini anlatmıyor mu bize?
‘Sen zaten etin, sütün ve postunla değerlisin, başka bir işe de yaramazsın. Çobanının götürdüğü yerlerde otlan, sulan başka bir talepte de bulunma. Bak sürünün dışında bir sürü tehlike var. Öyle gereksiz merak içine girer ve etrafını keşfetmeye kalkarsan ömrün kısalır. Çobanın dediğini yaparsan doğanın sana bahşettiği ömrünü tamamlarsın. Soru sorma, sorgulama, sürünün arasında kaybol git.’
Aynı zamanda bu tarz bir koşullandırma toplumu yönetmeye soyunanların da işlerine geliyor elbette. ‘Sürünün içinde kalıp saçma sapan düşüncelere kapılmazsan, her şeyi merak etmezsen, çobanın senin sırtından kazanımlarını sorgulamazsan, kısaca uyumlu bir vatandaş olursan ömrünün sonuna kadar yaşar gidersin.’
Atalarımız diyor ki bize ‘eğer eski köye yeni adet getirmeye kalkıp etrafta ne olup bitiyor, başka ve daha iyi bir dünya olabilir mi gibi sorularla kafanı karıştırıp farklı bir arayışa girersen işin zor’.
Bu dört kelimeden çıkabilecek negatif anlamları daha da çoğaltmamız mümkün.
Peki böylesi bir yaşam biçimini seçtiğimizde bizim hayatımızın doğadaki diğer canlı türlerinin yaşamından ne farkı kalacak. Oysa insan nesli olarak on binlerce yıldır muhakeme, yaratıcılık, geliştirebilme ve farklılaştırabilme yeteneğine sahibiz. Bu özelliklerimizi kullanmaz, merak etmez, sorgulamaz isek, kurttan kuştan, börtü böcekten ne farkımız kalır?
Bu ata sözünün elbette doğru bir tarafı var: yeni ve farklı bir şey keşfetmeye kalkmak hem artı bir çaba gerektirir hem de riskler içerir. Ünlü kaşif Macellan dünyayı keşfetmeye kalkışmasaydı da evinde karısının dizinin dibinde otursaydı Filipinler’de öldürülmeyecek belki daha uzun yaşayacaktı. Ama o zamanda biz bugün öyle bir adamın yaşadığını bile bilmeyecektik. Ünlü kimyacı Marie Curie radyoaktivite üzerine deneyler ve çalışmalar yapmasaydı polonyumu, radyumu keşfetmeye kalkmasaydı radyasyona maruz kalmayacak ömrü kısalmayacaktı.
Samed Behrengi adını hiç duydunuz mu?
1939 yılında Azerbaycan Tebriz’de doğar. Aslen İranlı olan yazar çocuk hikayeleri ve masal derleyicisidir. Öğretmen okulunu bitirip birçok köy okulunda öğretmenlik yapar. Azerbaycanlı köylü çocuklar için masallar yazar. Dilden dile dolaşan öyküleri derleyerek Azeri Türkçesi ve Farsça olarak yeniden kaleme alır.
Ülkemizdeki en bilinen eserlerinden biri Küçük Kara Balık’tır (yeri gelmişken küçük bir not düşeyim: bu kitabı 1970’li yıllarda ülkemizde ilk kez yayınlayan Gözlem Yayınevi, benim yayıncılıkta çıraklık dönemimi geçirip kalfalığa evrildiğim bir kuruluştur).
Gelin bu kitabı kısaca bir göz atalım:
‘Bir zamanlar bir kayanın altında annesi ile birlikte küçük bir kara balık varmış. Bu balık yaşadığı yerden çok sıkılmış ve yeni yerler görmek istiyormuş. Annesi her seferinde ona başka bir yer olmadığını söylüyormuş. Küçük kara balık bunu dillendirdikçe etraftan duyanlar da onu dışlamaya başlamışlar. O da bir gün annesini de geride bırakarak yaşadıkları gölden ayrılmış. Bir derenin akıntısına karışarak uzaklara yol almış. Bir yere gelip orada kurbağa yavrularını görmüş. Ancak ilk defa farklı bir canlı gören kurbağalar ondan korkmuş ve onu istememişler. Az ilerde bir kertenkele görmüş ve onunla konuşmaya başlamış. Kertenkele onun farklı ve akıllı olduğunu anlamış ve ona pelikanın torbasına düşerse ölmemesi için torbayı delecek bir kama vermiş. Küçük kara balık etrafı gördükçe merakı, düşünceleri daha da artmış, gördüklerini sorgulamaya yeni fikirler üretmeye başlamış.
Biraz daha ilerledikten sonra bir balık sürüsü görmüş. Onlarla ırmağa gitmek istediğini söylemiş. Ancak tüm balıklar ırmakta bulunan pelikandan korkuyorlarmış. O, birkaç tanesini ikna edip birlikte yola koyulmuşlar. Ama biraz ilerledikten sonra pelikanın torbasına düşmüşler ve küçük kara balığın yanındaki balıklar onu suçlamışlar ve pelikandan onları bırakması için yalvarmışlar. Pelikan ise onlara kara balığı öldürürlerse onları serbest bırakacağını söylemiş. Küçük kara balık ölü numarası yapmış ve kertenkelenin ona verdiği kama ile pelikanın torbasını delip denize düşmüş ve orada büyük balık topluluğu ile karşılaşmış, ‘‘tüm hayallerim gerçek oldu’’ derken bir kara batak onu yakalayıp yavrularına yem etmek için hızlıca karaya götürmüş. Kara batakla ne kadar konuşsa da onu ikna edememiş ve kara batak onu midesine indirmiş. Orada minik bir yavru balık görmüş. Ağlayan ve korkan yavru balığın kaçmasına yardım etmiş ancak kendisi midede kalmış. Son çare elindeki kama ile kara batağı midesini delmiş ve kaçmış. O günden bugüne bir daha küçük kara balıktan kimse haber alamamış.’
Şairin dediği gibi:
….
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
….
Bence Shakespeare hayatın anlamını: ‘olmak ya da olmamak işte asıl mesele bu’ diye açıklamasını ‘sürünün içinde mi olmak yoksa dışında mı?’ olarak algılamamız çok da yanlış olmaz. Kısaca, uzun ama sıradan boş bir hayat mı, risklerine rağmen dolu ve anlamlı bir hayat mı?
Şimdi karar sizin.
Şairin tarif ettiği koyun gibi mi ya da küçük kara balık gibi mi yaşamak?
Ne dersiniz?