Altı kez kanser olan Prof. Dr. Erözenci: Kanserle savaş değil, barış yapılmalı

0

roonkoloji uzmanı Prof. Dr. Ahmet Erözenci’ye tam altı kez kanser tanısı kondu. İlk kanseri lenfoma, hayatına 30 yaşındayken girdi. Ardından cilt ve kolonunda birer tümör çıktı. Derken son beş yılda yine birbirinden bağımsız tiroid, prostat ve mesane kanseri tanısı aldı. İki kardeşini kanserden kaybeden 65 yaşındaki Erözenci, hasta, hekim ve hasta yakını olarak deneyimlerini kanser koçluğu yaparak da paylaşıyor.

Erözenci’yle Kanser Savaşçıları Derneği’nin bir dayanışma etkinliğinde tanıştım. Ayaküstü sohbet ederken, altı kez kanser atlattığını, dünyanın en doğal şeyini yaşamış gibi bir çırpıda anlattı. Oysaki kanserle yolu bir şekilde kesişen herkes bilir ki tanı ve tedavisiyle zor, stresli bir süreçtir. Erözenci bu yolları altı kez aşmış. Son iki kanserinin tanısını kendisi koymuş. Çünkü prostat ve mesane kanserleri, kendi uzmanlık alanı olan öroonkoloji kanserlerinin en sık görünenleriydi. Erözenci, ilk üç kanserinden öğrendiklerini, on yıl önce basılan ‘Bir Türk Filmi Olarak Kanser, Kanserle İletişim‘ kitabıyla paylaşmıştı. Kanser koçluğu eğitimleri aldı. Standart tedavilerin yanı sıra hastalarla konuşarak, çıktıkları yolculuğu kolaylaştırmaya çalışıyor.

diken.com.tr yazarı MESUDE ERŞAN’ın Prof. Dr. Erözenci ile yaptığı söyleşi:

Kanser hayatınıza ilk ne zaman girdi?

İlk kanser tanısı 1986’da konduğunda 30 yaşındaydım. Lenfoma, evre dörttü. O zamanlar için bunun tedavisi bilinmiyordu. Tedavime burada başlandı ancak hastalık daha da kötüledi. ABD’ye MD Anderson Kanser Hastanesi’ne gittimÖnce “Çok geç kaldın” demişlerdiBen de bütün sakinliğimle, “Bir yere yetişmeye çalışmıyordum ki, nereye geç kaldım?” diye sormuştum. O zaman evre dörtte tedavisi yoktu. Deneysel bir tedavi için ‘Ya tedaviyi kabul et ya da git helvanı yap’ benzeri bir şey söylediler. 12 ilaçlık kombinasyondan oluşan tedaviyi aldım. Deneyen 12 hastaydık, 10’u öldü.

Ben yaşamda her şeyin bir nedeni olduğuna inanırım. Belki bu deneyimi nakledecektim. Tedavi sırasında yürüyemiyordum, yatağa bağımlıydım. Altı ay öyle geçti. Sonrasında toparladım ama tedavim bitmedi. Hastalığım kontrol altına alındıktan sonra orada çalışmak istediğimi söyledim. Mülakata aldılar ve MD Anderson Kanser Hastanesi’nde çalışmaya başladım. Çocuk üroloğu olmaktı niyetim ama hiç kafamda yokken üroonkolog çıktım. Sabah 6’da hastanede olmak zorundaydık. Günlük işler 16:00’ya kadar sürüyordu. Bütün hastalar bitince de radyoterapiye gidiyordum. Üç seneye yakın MD Anderson’da kaldım. Peş peşe kemoterapi, radyoterapi seansları uygulandı. Vücudumda almadığım ilaç, ışınlanmamış yer yok.

Daha sonraki yıllarda cildimde ve kolonda ufak birer tümör çıktı. Onlara ‘çeyrek kanser’ diyorum. Çok erken yakalandı. 2016’da tiroid, 2019’da prostat, bu sene de mesane kanseri geldi. Ama şanslıyımdır ben. Hep bildiğim yerlerden geliyor, kendi tanımı kendim koydum. Ameliyatlarımı arkadaşlardan rica ettim, yaptılar.

Altı kez kanser olduğunuz için hiç kızmıyor musunuz?

Benim lügatımda iki sözcük bulunmaz; biri özlemek, sevdiğim bir duygu değildir; ikincisi de kızmak. Olumsuz bir duygunun hiçbir yararı yok ki. Kime kızacağım? Hep ileriye bakarım. Tıpta gelebileceğim yere geldim. Bir sürü tıp dışı uğraşım var. Yazarım, on iki romanım oldu. İki yeni romanım baskıya giriyor. Müzikle uğraşıyorum, ud çalıyorum. Fotoğrafçılığı çok seviyorum, haftanın bir gününü İstanbul fotoğrafçılığına ayırıyorum. Fransızcaya başladım, bayağı da ilerledim. Yani kızana kadar, yaşama dair bir şeylere odaklanmayı tercih ederim.

Kardeşleriniz de kanser olmuş…

Evet, abim ve ablamı maalesef kanserden kaybettik. 1992’den beri şu kapıdan giren 10 kişiden 8’i kanser. Kanserle yatıp kanserle kalkıyorum. Hastalıkları katmerli yaşadım. Hasta yakını da oldum ablam ve ağabeyim sayesinde. Ve yıllar içine fark ettim ki, hastalığı kafada halletmek, olayın tıbbi yönü kadar önemli. Kanseri reddetmenin, kabullenmemenin anlamı yok, çünkü bir gerçek. Zaten kanserde ölümü düşünmek hep saçma gelmiştir. Zaten herkes günün birinde ölecek.  Dolayısıyla kafada halletmenin esas yolu, onu unutmadan ama odak noktası haline getirmeden yaşamak.

Kanserin varlığını teslim olmadan kabul et!

‘Kanserle savaş’ ifadesi öteden beri beni rahatsız eder. Siz de kanserler savaş yerine, barış öneriyorsunuz. Neden kanserle barış yapılsın?

Savaş, hatalı bir metafor bence. Savaşta bir düşman tarafı vardır. Öte yandan kanserde hastalıklı şey vücut. Kanseri vücudun kendisi üretiyor. Kişi kendinin düşmanı olamaz. Kanser tanısı alan birinin kendisini olumsuz yönde etkileyecek olan kızgınlık duygusuyla olan savaşımında ilk adım, türü ne olursa olsun kanseriyle barış yapmasından geçiyor. Barış sözcüğü bir anlaşmazlık sonrası tarafların birbirlerinin haklarını ve belli bir yere kadar kendi çıkarlarını gözeterek anlaşma yapmaları anlamına geliyor. Tarihte hiçbir savaş yoktur ki taraflardan sadece biri kazansın, uzun dönemde tüm taraflar kaybeder. Kanser tanısı konan hastanın da yaklaşımı hastalığın varlığını kabullenmek ancak ona teslim olmayıp kendi yaşamını göz ardı etmemek olmalı. Bu noktada hastanın kanseriyle yapacağı barış, onu yenmek için savaşırken yaşamını sürdürmesine olanak sağlayacaktır. Kansere yakalanan kişinin atacağı en akıllı adımlardan biri de hastalığı yenmek için savaşırken olayı bir savaş olarak görmemesinden geçer. Kanser hastasının silahları modern tıptır yani zaten doktoru, ilaçlar, cerrahi yöntemler, ışın tedavileri hastalıkla savaşıyorlar. Hastanın yapması gerekense olayı beyninde yenmek. Bunun için de kendisiyle barışık olması gerekir.

Mücadele sürecini anlatmak için siz hangi metaforu tercih ediyorsunuz?

Kendim için de ‘savaşçı’ lafını hiç kullanmadım. Ben ‘yolculuk’ metaforunu tercih ediyorum. Yaşam yolculuğumuzda o güne kadar demirbaş saydığımız kimi ögelerin yok olduğu, her anın farkında olarak yapmak zorunda kaldığımız bir yolculuk kanser hastalığı. Yeni yolumuzda acı çekme ve belirsizlikler olabilir ama bunlar beraberinde cesaret, kuvvet ve kararlılık gibi kişisel gelişimimize katkıda bulunacak karakter özelliklerine de dönüşebilir. Yaşam yolculuğunda olduğu gibi yolun iyi aydınlatılmadığı, engebeli olduğu, kimi zaman u dönüşü yapmak zorunda kalacağımız durumlar olabilir. Kimi zamanlar direksiyonda başkası vardır. İstediğimiz değil de, onun belirleyeceği bir durağa gitmek zorunda kalabiliriz ki kanser hastalarının ilk yapması gereken teslim olmayı öğrenmek bence.

Bu yolculuğa tek başına çıkılmıyor…

Evet, o ana kadar yaşamımızda olmayan bir doktor giriyor. Bazen soluklanmak isteyip duruyoruz. Bazen başkası ‘Hayır burada mola vereceğiz’ diyor. Hasta yakınları ile doktor aynı arabanın içinde, bir yakınlık var, aile yolculuğu gibi. Herkesin amacı aynı, hastanın sağlığına kavuşmasını istiyor. Hedefe ulaşmak için birlikte hareket ediyorlar. Hiçbiri arabadan inme niyetinde değil, süreklilik var.

İnsan ölümsüzlüğü arıyor ama üretebildiği ölümsüz kanser hücresi

Ölümsüzlük arayan insanın, ölümsüz kanser hücrelerini üretmesini de bir paradoks olarak yorumluyorsunuz. Kanserin felsefi bir tarafı olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet kanserin çok felsefi bir boyutu var. İnsanoğlu hep ölümsüzlüğü aramış. Gılgamış destanına bakın, ölümsüzlükle ilgilidir. Lokman Hekim hesapta bulmuş, kaybetmiş. İnsanoğlu, ölümsüzlüğü arayıp bulamamış. Öte yanda vücutta apoptosis denilen bir olay var, yani programlı hücre ölümü. Karaciğer hücrelerim, dalak hücrelerim vs. belli bir programda ölmeli ki yerine yenileri gelsin, yaşam sürsün. Fakat ölümsüzlüğü arayıp bulamayan insanoğlu, aslında ölümsüz hücreyi kendi içinde üretiyor. Çünkü kanser hücresi ölümsüzdür, kontrolsüz büyüyen bir hücredir. Bu büyük bir paradoks. Bunu fark ettiği anda onu öldürmeye çalışıyor yoksa kendi ölecek. Bu büyük bir paradoks değil mi? Benim için kanser felsefi bir hastalıktır. Olayın felsefi, iletişim boyutu, benim yaptığım ameliyatlar, ilaç tedavileri kadar önemli.

Kanser koçluğunuzdan söz eder misiniz? Kanser koçu ne yapar?

Kanserin değişik psikolojik boyutlarını kapsayan kanser koçluğu da yapıyorum. İlgili kurslarını bitirdim. Yani hastalarla konuşarak, ilaç vermeden hastalıklarıyla barışık hale gelmesini sağlamaya çalışıyorum. Hasta yakınlarıyla aynı şekilde konuşuyorum. Hastaların hedef belirlemesini sağlamak istiyorum. Örneğin, ‘Ne kadar ömrüm kaldı?’ kimsenin yanıt veremeyeceği bir soru. “Bu soruya odaklanacağına kaliteli yaşamaya bak” diyorum. Kanser öğrenmesini bilene çok öğretici bir hastalıktır. Anda olmayı öğretir, dünü unutabilmeyi, kendi ile barışık olmayı, sınırlarını bilmeyi…

Kişisel kanser deneyimlerinizi nasıl yansıtıyorsunuz?

Bir Türk Filmi Olarak Kanser, Kanserle İletişim kitabımda kendi deneyimlerimi yansıtım. Kanser öğrenmesini bilene çok iyi öğreticidir. İlk öğrettiği şeylerden biri teslim olmak, kendinizi başkasına bırakmak. Çünkü o güne kadar hiç tanımadığınız biri yaşamınıza giriyor. Ben hastalarımın yaşamına girip, vücut bütünlüğünü bozuyorum. Bu teslim olmayı gerektirir. Doktorun, onkoloji ile ilgilenen kişinin görevi salt ameliyat yapmak değil, hastanın istediğini konuşmak. Yurtdışında ‘narrative medicine’ (anlatısal tıp) diye bir şey çıktı. Kurslarına gittim ve burada uyguluyorum.  Hastaya “Şikayetin ne?” değil, “Bugün neden bahsetmek istersin?” diye soruyorum.  Yani “Direksiyonda sensin, sen konuşacaksın, beraber sohbet edeceğiz. Tedaviye de beraber karar vereceğiz. Ben dikte etmeyeceğim sana” diyorum. Bir kanser hastasını o noktaya çektiğiniz anda zaten kazanmışsınız demektir.

Siz kanserken, desteğe ihtiyacınız oldu mu?

Ben çok şanslıydım, eşim yanımdaydı. Dolasıyla farkında olmadan o bana psikolojik destek vermiş. Geriye dönüp kendime baktığımda, depresyon düzeyinde olmasa bile, çöktüğümü ve eşimin bana çok yardım ettiğini görüyorum.

Herkes kendi mendillerine ağlıyor

Sizce her hastaya kanser olduğunu söylenmeli mi? Kim söylemeli?

Kanser kelimesinin tabu olduğu ve neredeyse ölümle eşdeğer kabul edildiği zamanlarda, çoğu hasta yakını kanser olduğunu hastalarından gizlemeye çalışır, doktorun da söylemesini istemezdi. Ancak yıllar içerisinde gerek tedavide sağlanan ilerleme, gerekse yaşanan kültürel değişim kanseri saklanacak bir hastalık olmaktan çıkardı. Kanser tanısını hastaya doktor söylemeli. Ben söyleyen bir doktorum. Söylediğim için depresyona giren, tedaviyi reddeden açıkçası tek bir hasta hatırlamadığım gibi teşekkür eden çok hastam var. Mühim olan yolculuğun beraber yapılacağını ve yalnız kalmayacağını hastaya vurgulamak. Hastanın hastalığı öğrenmesinden sonra hemen tedavi seçeneklerinin anlatılması, ileriye yönelik güvence veren kelimeler kullanılması hastanın yaşayacağı şokun bir nebze azalmasını sağlayacaktır. Türkiye’de duygular paylaşılmıyor. Herkes kendi mendillerine ağlıyor. İnanamazsınız kaç hasta geliyor, çocuğunun, torununun elinde patoloji raporu, “Hastamız bilmiyor, söylemeyelim” diyorlar. Mesanesini alacağım, torba bağlayacağım, nasıl anlatayım bunu hastaya? Öte yandan bazı hastalar da, “Ben kanserim, eşim bilmiyor, söylemeyin” diyor.

Peki bu denklemde doktorun yeri ne? Hasta doktorundan ne bekler?

Farklı çalışmalarla, doğru bilgilendiren, tedavi seçenekleri kendisine açıkça anlatılan ve sonrasında seçimine saygı gösterilen, doktoruna kolayca ulaşabilen, doktorundan empati gören, doktoru tarafından yakınlarıyla birlikte kabul edilen, kendisine zaman ayrılan, sadece hastalığıyla değil, tanı sonrasındaki yaşamının her yönüyle ilgilenen hastaların hastalığa daha kolay uyum sağladıklarını, stres ve gerginlik katsayılarının daha düşük olduğu gösterildi.

Özetle, hasta doktorun nezlinde özel ve adeta onun tek ve önemli hastası olduğunu görmek ister. Doktorun hastayla belki yıllar boyu sürecek iletişiminin başlangıç cümlesi, ‘Şu nedenlerle bazı tetkikler istemiştim. Tetkiklerinizin sonuçlarına göre şu organınızda kanser var. Hastalığın adı kötü olsa bile tedavi için şunlar yapılabilir’ gibi bir cümle olmalıdır. Sonrasında da değişik tedavi seçeneklerini, yan etkilerini, tedaviden beklenen sonuçları, kendisinin hangi tedavi seçeneğini en etkin olarak gördüğünü anlatmalı, bir başka deyişle hastayı da tedavi kararının bir parçayı yapmalıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz