Sultan ana her zamanki gibi o sabah da namazdan sonra yatmadı.
Kenarları zikzak desenli kara yazmasını başına aldı, yenlerini bileklerine kadar indirdi ve ahıra indi.
Onun kapıyı aralamasıyla beraber her zamanki gibi koro halinde ahırı bir ses bürüdü. Tavuklar, oğlaklar, keçiler, boz eşek ve inekler “açız neredesin Sultan ana?” diyorlardı.
Tavukları dışarı salıverdi, boz eşeğin yalağına sele ile saman döküp üzerine de bir goçamavuç arpa çiledi. Keçinin önüne, sütü rahat indiriversin, diye biraz kuru burma koydu. İnekler “bize yok mu?” der gibi tekrar böğürmeye başlayınca Sultan ana:
“Sizi cınnadan Mükremin ağanız güde götürecek, heç seslenmen!” dedi.
Keçisini sağdı, sütünü yukarı eve koyup ahıra geri geldi.
Köyün mimari tarzı komşu köylerle aynı şekilde: bir metre aralıklarla ağaç hatılla taş duvardan yapılmış iki katlı denen evlerdi. Bu evlerin alt katında mal melal, üst katında da hane halkı, genellikle tek odada yatardı.
Çocuklar daha mışıl mışıl uyuyorlardı. Sultan ananın kocası Hüseyin fani dünyadan aniden göçeli üç sene olmuştu.
Ondan başka bu vakitte tek ayakta olan, evin çeleninin dibindeki sıvasız yere, testi gibi, geçen sene yuvasını tutturup bu sene tamir bakım işleriyle uğraşırken mutlu seslerle konuşan gök güdüklerdi.
Bu durum her gün Hıdırellez civarında tekrarlanırdı. Zira kuşlar sıcağa asla dayanamayan bir canlıydı, onlar erken saatlerde ötüşlerini tamamlayıp kuşluktan önce tüneklerine çekilirlerdi.
Sokaklarda hareketlilik artmıştı: her evden iki üç sığır çıkıyor arkalarından da evin çocuğu elinde değnekle onları köyün üstündeki makilik alanlara gütmeye götürüyorlardı.
Sultan ana acele acele pişirdiği sütlü çorbayı sığırlarla arkadaşlarına yetiştireceği Mükremin’in önüne koyup ahıra sığırların yanına indi.
Sarı inek dört ay önce doğurmuştu, ala bir danası vardı. Her zaman danayı ayırır sadece inekleri dağa, çocuklarından birisiyle salardı.
Bugün danayı da anasıyla beraber göndermeye karar veren Sultan ana, sarı ineğin dört biciğinin uçlarını, ineklerin yeni dışkıladığı taze mayısa böledi. Bununla, dananın dağlarda akşama kadar anasıyla emişmesini önlemeyi hedeflemişti.
O zamanlar oğlakların keçileri emmemesi için beyaz bir kese dikerler, keçinin göğüslerini keseye kattıktan sonra belinden bir iple bağlarlardı. Böylece oğlaklar da her emmeye yanaştığında boşa çalardı. İnekleri buzağılarının emmemesi için kese çok kaba düşerdi, bu yüzden onları emişmeden men etmek için başka bir yöntem uygulanırdı.
Sultan ana sığırları sokağa çıkardığında Mükremin de azık çıkısını beline sarmış sağ elinde bir değnekle bekliyordu.
Sultan ana:
“Bak guzum! Böğün ala taneyi de önüne gatıyom, aman ha emiştirme! Zaten biciklerine sığır mayısı sürdüm, tanalar yanaşıp ağzını biciğe yanaştırdığında ağızlarına bulaşınca onlar derhal geri çekerler ve emmezler.”
Mükremin, tamam ana, deyip hoh hoh, diyerek arkadaşlarının arasına karıştı.
Sultan ana için bu günlerde süt çok önemliydi, çünkü değişiğe girmiş belli bir ölçüde sütü her gün değişik kimdeyse ona vermek zorundaydı.
Sultan ana bu düşünceyle Mükremin’in arkasından bir daha seslendi:
“Sarı Mükremin’im, gözünü tanadan ayıreyin deme, anasının altına sokuldukça aralayıver emi!”
Mükremin bu sesi duymadı bile, o sokağı az önce dönmüştü Yukarı Salı’ya doğru.
(Devamı var)