Mükremin Kızılca
Mükremin Kızılca
Mükremin Kızılca 

AYDIN AMELELERİ

AYDIN AMELELERİ
Yayla ve köy işleri bitmişti.
Aydın dönüşüne borçlananlar Aydına çapa, bağ ve pamuk işleri için son güz akın akın yollara
düşerlerdi.
1940’lı yıllarda Aydına gitmek için ya Karamana kadar Yellin belden yürüyerek ulaşıp oradan
trenle gidilebilir ya da Anamur, Alanya veya Gazipaşa sahiline yürüyerek inilir ve oradan da
gemilerle Aydına varılırdı.
Ne yandan olursa olsun sırtlarında bir yorgan ve üç beş günlük azık çıkısı mutlaka olurdu. Bir
de her halükarda lazım olacak yedek akçe de gerekirdi. Bu yılın Aydın yolcularına sormuştu
Ramazan, onlar da, yanında en az iki üç lira bulunması lazım demişlerdi. Bu para 2020
değeriyle bin beş yüz lira gibi bir kıymeti ifade ediyordu.
Arkadaşları her bakımdan hazırlıklarını yapmışlardı. Ramazan da hazırdı ancak onun eksiği
nakit paraydı. Yedi aylık evli olduğu hanımı her ne kadar Aydına gitmesine razı olmasa da
ona paranın kaynağı konusunda bir bilgi sızdırmıştı. Yaşlı kaynanasının yastık altında altüst
için dirhem dirhem biriktirdiği paraları vardı.
Ramazan anasına konuyu açtığında “guzum o benim kefen param, bir de altüst masrafımdır,
dediyse de başka çaresi yoktu, Aydın dönüşü yerine konmak şartıyla oğluna biriktirdiği kefen
ve altüst parasını sayarak verdi.

Köyden on üç arkadaş kavilleşerek Aydın’a gitmeye karar vermişlerdi.
Hepsinin ortak tarafı Karamandan trene binecek paralarının olmamasıydı. Bu sebeple
Akdeniz’e inmeye ve Alanya’da iş bulamazlarsa Aydın’a kadar gemiyle gitmeye
niyetlenmişlerdi.
1940’lı yıllardı, dünya devleri büyük ve kanlı bir kavgaya daha tutuşmuşlardı. Türkiye’de
devlet de halk da sıkıntılı günler geçiriyordu.
Halkın elinde geçim kaynağı olan sürüler erimiş, havaların kuraklığı nedeniyle hasatları
cılızlaşmıştı. Unlarını biraz daha artırmak için darı kekici, kurumuş dağ armudu ve tatlı pelit
giliklerinin pişmiş kurusunu ekleyenler bile vardı.
Ava gidecek tüfekleri yoktu, ellerindeki mavzerler jandarma tarafından toplanmıştı.
Jandarmalar her gün köye uğrarlar ve asker kaçağı ve tüfekli kişi var mı diye yoklayıp
giderlerdi.
Aylardan kasımın ortalarıydı. Sekizi, bekâr gençlerden, beşi ise evli adamlardan oluşan gurup
Aydın’a çıkış günlerini tayin ettiler: Cumartesi sabah erden yola çıkacaklardı.

Çoğu yeni evli olanların hanımları gitmelerini istemiyorlardı. Ortalık karışıktı, dağlardan
henüz eşkıya tam olarak temizlenmemişti. Evde yalnız olan veya dul kadınlara tasallutları
kaçınılmazdı. Bu konuda anlatıla gelen hikâyeler onları tedirgin ediyordu.
Bir de bizzat yaşadıkları veya babalarından dinledikleri olaylar vardı, ya bir daha gelirlerse,
onları kim korurdu?
1920 yılında yani tam 23 yıl önce köyü kuzeyden sarmalayan kayaların arkasından komşu
kazalardan ve köylerden sürü sürü eşkıya gelmiş ve önlerine geleni zorla toplayıp, kasabayı
basacağız, zengin olacaksınız, diye kandırarak kan dökmüşlerdi.
Köylerde kadınların ırzına geçmişler, hak etmedikleri malları zorla alarak kendilerine ziyafet
çekmişlerdi. Hatta “bu yaptığınız iş değil” diye öğüt veren hocalara olmadık işkenceler
yapmışlardı. Bu nasihat eden hocalardan bazılarını da şehit etmişlerdi.
Ama onlar kafaya koymuşlardı bir kere, o gün gideceklerdi. Evli olanlar düğün borcu
ödemek, bekâr olanlar da evlenecek para kazanmak için buna mecburdular.
Başdere’yi öte geçtiklerinde gün ortaya gelmişti.
Hepsinin omuzunda bir yorgan ve birkaç ekmek vardı. Yani evleri döşlerinde berduşlardı.
Koç Davut Yaylasında çayırlara büyük bir yorgunlukla kösülüp uzandıklarında ikindi
vaktiydi. Buradan yola devam ederlerse akşama bir yere varmaları imkânsızdı.
Yayla evleri boştu. Herkes Alanya’ya, sahile inmişlerdi.
Hava iyice kararmadan geceleyecekleri bir eve baktılar. Üzeri çinko kaplı ve beşik çatılı eve
vardılar. Kapının yan tarafındaki tahta hatılda şöyle bir yazı çarptı gözlerine:
“Bu evde aradığınız her şey var, anahtar bu tahtanın arkasındadır. Var olan her şeyden
yararlanabilirsiniz. Sizden sonraki başka bir ihtiyaç sahibini de düşünerek zarar vermeden
yatıp kalkabilirsiniz.”
Kurulu olan teneke sobayı yaktılar. Orta direkte fare yemesin diye asılmış bir kesedeki
bulgurla bir pilav pişirdiler. Üzerine duvarda boğum boğum asılı olan dağ çayından çay
demlediler. Evde sabahladılar.
Fakat onları mevsimi gereği bir sıkıntı bekliyordu.
Akşamlayın çiselemeye başlayan yağmur erken saatlerde kara çevirmişti. Dışarıda lapa lapa
kar yağıyordu. Onlar hala yorgunluklarını atamamışlar mışıl mışıl uyuyorlardı.
İçlerinden en yaşlıları olan Mustafa ile Ali sabah namazı için kalktılar. Ayakyoluna gitmek
için kapıya yöneldiler.
Mustafa kapıyı dışarıya iteledi ama gitmiyordu. Acaba birisi dışarıdan kilitlemiş miydi? Ali
ile beraber olup kapıyı itelemeye başladılar, kapı güçle yüklendikçe adam sığacak kadar
açılmıştı.

Kapıyı zorlayan kardı. Neredeyse bir metre olmuştu. Kapının itelenmesi sırasında arkasında
biriken karı araladılar.
Namazlarını kıldıktan sonra etraf şavkarınca durum çok daha net olarak görünüyordu.
Etraftaki taşlar kayalar bile bembeyazdı. Ağaçlar adeta ak bir yorgan çekmişlerdi üzerlerine.
Ortalıkta çıt ses yoktu. Yaylada bulunan yazlık evlerin hiç birinden duman tütmüyordu. Yol
neresi, yolak ne yanı karışmış, bilmenin imkânı yoktu. İçeriye girip onlar da yorganları
üstlerine çektiler ve arkadaşlarının uyanmasını beklemeye başlamışlardı.

Ramazanın evi köyün en kenarındaydı.
Henüz yedi aylık evli olduğu karısı kendisine: gitme Ramazan! Diye çok dil dökmüş vaz
geçirememişti.
Korkuyordu, namusuna bir leke gelmesinden ve dönünce Ramazana mahcup olmaktan
korkuyordu. Yaşlı kaynanasıyla birlikte evi, evirip çeviriyorlardı.
Deli Abdi ile Sarhoş Durmuş Ramazan’ın Aydına’ gittiğini biliyorlardı. Karısını nerede
görseler namussuzca nazarlarla rahatsız etmeye başladılar. Ancak o, gereksiz yere bir ad
çıkmasının nelere mal olacağını bildiği için muhtara ve komşulara bir şey demiyordu.
O gece saat ikiye doğru herkes yattığında evin ön penceresine bir çakıl tanesi erdi. Evde
kaynanasıyla beraber kalan kadın camın önüne varınca Deli Abdi’nin karaltısın gördü. Tek
kanatlı pencereyi açınca geleyim mi?
Diye sordu. O da yan pencereye dolaşmasını işaret etti.
Kadın kaynanasını uyandırdı ve durumu hızlıca anlattı. Kaynanası kapıyı açıp dışarıya
çıkmaya yeltenince onu tuttu. Dur ana benim bir planım var, dedi.
Ocağın küresinde akşamdan beri dop dolu suyla cızırdayıp duran güğümü alarak yan
pencerenin yanına vardı. Tam o pencerenin kanadını açtığı sırada Deli Abdi de aşağıdaydı.
Deli Abdi’ye nereye geleyim? Dedi.
Tam bu sırada bahçenin öbür tarafından Sarhoş Durmuş yavaşça: tamam mı? Ben de
geliyorum, diye seslendi.
Deli Abdi ona dönüp cevap vereceği sırada kadın elindeki sıcak su dolu güğümü üzerine
fırlattı. Ve pencereyi kapattı.
Güğümde bulunana sıcak su sırtını boydan boya yakmıştı. Bağırmaya bile fırsat olmadan hızla
uzaklaştılar. Kaynar suyun yüzüne gelmediğine sevinerek gittiler. Bu olaydan sonra kimseden
bir ses çıkmadı, bir daha rahatsız eden de.

Hepsi uyandıklarında güneş kuşluk vaktini gösteriyordu.
Hava karın ardından ışıl ışıl bir güneşle parlıyor, çamların kuru yerlerinden minik serçelerin
cik cik sesleri geliyordu.
Hepsi kara kara düşünmeye başladılar. Ne yapmalıydılar. Yolların, bellerin belirsiz olduğu bu
günde yola devam etmeli miydiler?
Ya akşam olmadan sahile varamazlarsa ne olurdu? Bu havada aç kurtlara yem olmak da vardı,
gece soğuğunda bir dağ başında donup kalmak da.
En büyükleri olan Mustafa’yı dinlemeye karar verdiler ve sahile inmek üzere yola koyuldular.
Ayaklarındaki çizmeleri yer yer aşan karları tepe tepe yürüyorlardı. Dağların meyli arttıkça
sahile yaklaştık, diye biraz daha hızlanıyorlardı.
Öğleye doğru karların arasından aşağıya akan bir dereye rastladılar. Hepsi birden, bu dere bizi
denize götürür, diye çok sevinmişlerdi. Adımları biraz daha hızlandı, yorgunluğu unuttular
güle oynaya dereyle beraber yol alıyorlardı.
Artık yaylalardan kopmuşlardı, kar azaldıkça umutları artıyordu. Bu heyecanla ikindiye kadar
yol aldılar. İkindin vakti derenin büyük bir kanyona girdiğini gördüklerinde ne yapacaklarına
karar vermek için mola verdiler. Bu arada namaz kılacak olanlar dereden abdestlerini alarak
namazlarını eda ettiler.
Kanyona girmeleri de orada yürümeleri de çok zordu. Girmeseler bir geçit bulmak için sanki
geriye dönermişçesine saatlerce yürümeleri gerekecekti. Bu da onların geceyi çok tehlikeli bir
şekilde geçirmeleri demekti.
Oldukları yerde gecelemeleri ise donmaya karar vermeleri demek olurdu. Hemen bir karar
vererek kanyonu takibe başladılar.
Kanyon yer yer yol veriyor, yer yer de daralıp sarp yamaçlardan geçmelerini gerektiriyordu.
Dere bazen onlarla beraber sürünüyor bazen de çağıl çağıl akarak onlardan uzaklaşıyordu.
Kanyonun en son ve en zorlu yerine geldiklerinde güneş ufuklara oturmak üzereydi.
Dere biraz daha sert ve dikine akmaya başlamıştı. Burayı da geçerlerse tamamdı. Aşağısı elle
kesmiş gibi dik kayalar, yukarısı tırmanması imkânsız sarp dağlarla çevriliydi. Dere bu
kayaların arasına kaynayıp gidiyordu. Tutundukları ağaç cıvgınları onları çok dik yamaçtan
aşağıya düşmemelerini sağlıyordu.
Mustafa en büyükleri olarak en gerideydi. Çocuklar ben yoruldum, dedi ve bir ağacın
kütüğüne yaslandı.
Haydi, Mustafa amca, haydi, ha gayret burayı da aştık mı güneş aşmadan denizi göreceğiz,
dediklerinde Mustafa amca ayağa kalktı ve peşlerinde ağır ağır yürümeye başladı.

Fakat yorgundu, ayakları adeta ileriye değil onu geriye götürüyordu. Allaha dua etti. Üzeri
karla kaplı kepiri geçerken ayağı kaydı. Kanyonun içine düşerken kelime-i şehadet getirdi.
Arkadaşları tek sıra olarak sona vardıklarında Mustafa amcanın olmadığını fark ettiler. Büyük
bir korku ve heyecanla birbirlerine bakıştılar. İçlerinden en genç olan Mehmet, en son kelime-
i şehadet getirdiğini duydum, deyince, anladılar.
Ramazan, haydi arkadaşlar, Mustafa amcanın namazını Aydın’da kılarız, şimdi kuru toprağa
basıncaya kadar hızlanalım, demişti.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Eklenenler

author

Emma Hayes

There I was in a hot yoga studio with plenty of bright natural light and bending myself into pretzel like positions for the very first time.

instagram