Mükremin Kızılca
Mükremin Kızılca
Mükremin Kızılca 

KATIR AKLI

1975 yılında üç tertip olarak askerliğim çıkmıştı, kasım ayında Sivas Temeltepe’ye acemi
birliğine gidecektik.
Birkaç ay önce Karaman Ada köydeki vazifemizi bitirip memlekete geldim, burada
Adadaki kitaplarımı köye getirmem söz konusu olunca çok sevdiğim dağlardan yayan
geçerek alıp gelmeyi düşündük.
Bunun için yanıma bir yoldaş bulamayınca bari bir katır bulalım da onunla yükleyip
geleyim dedim. Alakisedeki Ayşe teyzemgilin katırını istedik verdiler, Aladağ’a onunla
gidip kitaplarımı yükleyip getirmek üzere bir öğleden sonra yola çıktım.
Niyetimiz akşama balkusana varıp orada yatarak sabahleyin Yellibel üzerinden Aladağ
Adadaki kitapları getirmek olduğundan öğleden sonra çıkmıştım. Bizim Güneyyurt
Balkusan yolu normalde İzvit kebeni, boncuk çayırı, katran beleni, Yarıkbunar, Tolbunar
olduğu halde ben Üçbunardan sonra Çal’dan ağrı bir güzergâh izledim.
Bana, köyden bu yolu tarif edenler Kuşakpınar üzeri dikme tepeden doğru gideceksin
demişlerdi hatta yolu şaşırırım diye korkma, bu katır seni alır varır türbeye koyar diye de
eklemişlerdi.
Bu yolu çocukluğumda hiç kullanmamıştım, ama katır bana doğru yolu gösteriyordu,
Üçbunara kadar vardıktan sonra hava kararmaya başladı, daha tek tük Yörükler
olduğundan onlara çalı sordum: doğru git sağa dönme sola dön o yol seni balkusan
değirmeni üzerinden türbeye çıkarır dediler.
Tabiatımı seveyim: oldum olası ya yalnızlığı ya da tam kafadar birisiyle olmayı severim.
Bu sefer yalnızlık geldi başıma ve gece karanlığında Çal’da, balta girmemiş Tekeçatı
kapıcık ormanlarında katırın üzerinde yolculuk da varmış.
Akşamın alaca karanlığında gözlerim yelli Allah görmez, tavukkarası vardır ikisinde de,
bu nedenle çala zifiri karanlıkta girdik katırımla, o gidiyor ben hiçbir şey demiyordum,
gözlerim hiçbir şey görmüyordu, katırın sırtındaydım bazen başıma çam katran dalları
çarpıyordu bu nedenle başımı eğe eğe ilerliyorduk.
Bir yere geldi katır durdu, etrafta hiçbir ses yoktu, sadece birkaç çakal sesi duyuluyordu,
katırın boynuna embelli değneğimi bizledim ama adım atmıyordu zavallı, kim bilir
Kuşakpınar’dan beri durmadan yürümüştü ve yorulmuştur dedim, yularını sıkıca tutarak
indim el yordamıyla bir ağacın dibine bağladım.
Katırın ön ve yan taraflarında duruyor, çitme atmasından korkuyordum, semerindeki
torbayı alarak ağzına verdim yarı arpalı samanı kütür kütür yemeye başlamıştı ben ise
yine zamanında varamadığımız için açtım.
Ayak yordamıyla etrafı bir ayakladım yol mol yoktu, tarak falan da algılanmıyordu, katır
ağaçların arasında çıkmaz bir yere gelmişti, burada beklemekten başka çare yoktu, o
yemini kütürdetirken ben de kuturlu bir ağaca yaslanarak kükümlerin üzerine oturdum.
O zamanlar cep telefonu yoktu, hiçbir evde bile telefon yoktu, tüm teknik buluşlar
1990’dan sonraya sıkışmışlardı zira. Tek ulaşım aracı sesti, bir çoban sesi aradım ama o
da yoktu, bir köy ışığı baktım görünmüyordu, ufuklarda bir ağarma oldu, tüm ihtişamıyla
dolunay ormanın ağaçlarının arasından 18 yaşında bir güzel gibi kendisini kıskanarak
göstermeye başladı, cebimdeki kol saatimi çıkardım baktım saat gece yarısı olmuştu.
Kısa süre sonra ortalık gündüz gibi oldu, baktım katırın geldiği yol beş on adım önce
başka yere dönüyordu. O da huysuzlanmaya başladı haydi gidelim diye ,ayağını yere
vurmaya başladı. Torbasını aldım semerinin kocacığına taktım, kütüğün üzerinden
yavaşça üzerine bindim başını geri çevirdi ve normal yoluna girerek ağır ağır yürümeye
başladı.

Çal bittikten sonra türbelilerin derede değirmenine çıkılır demişlerdi, o değirmen hâla
yoktu ama doğru yolda olduğumuzu taa karşıdaki ev ışıklarından anlamıştım. Şu anda
ayı beleninin ve sarıncın altında bir yerlerdeyim ama katırım bilir ötesini o gidiyor ben de
deh diyorum.
Saat gece yarısı bire doğru dereye indiğimizi fark ettim az ötede bir mıdıldı vardı sonra
eşek katır hınçırmaları gelmeye başladı, ardından da değirmen göründü, burası
Türbelilerin su değirmeniydi, güz günü olunca herkes ununu bulgurunu burada öğütürdü.
Tamda değirmenin kapısının önüne gelmişim, değirmen çalışıyordu, değirmenci çıkarak
buğday yükü olduğunu sanıp yanıma geldi, ben de ona: Türbeye en doğru yolun hangisi
olduğunu sordum bana tarif etti, katırımla o yoldan türbeye doğru tırmanışa geçtik.
Saat ikiye gelmişti türbenin içine girdiğimde, doğru kadim baba dostumuz Civil Fettah
amcanın evine vardım, ev sokağın dibindeydi, oradan öte yol yoktu, bizim için de öyle
oldu ve katırdan indim, ona teşekkür ettim gerçekten bazı insanlardan bile iyi arkadaşlık
etmişti bana bu uzun ve karanlık yolda.
Katırı evin önündeki dut ağacına bağladım, saat epey ilerlemişti, hiçbir evin
penceresinden ışık görülmüyordu, çekine çekine çatal kapıyı çaldım, hiç ses yoktu bir
daha çaldım gene ses yoktu. Beş dakika bekledim kapıyı yoklayınca arkadan kössüklü
olmadığını anladım ve borda kapısından içeriye girdim.
-Fettah amca! Düriye teyze! Diye bir daha seslendim sonra ahırla üst kat arasındaki
merdivenden hayata çıktım ikinci katın dış kapısını da çaldım, bu sefer Düriye teyze
merhume:
-“Goca gag bi, goca gak hele bi, bi gapı çalan var elleem “dedi.
-Ben hemen hızla dışarıya kadar çıktım, goca hayatın ucuna kadar geldi,
-Kim o dedi.
-Ben de Fettah amca ben Mükremin dedim.
-Kulakları iyi duymamış olmalı ki “garı bi bak ben bilemedim, dedi.
Düriye teyze hayata çıktı: kusura bakmayın Düriye abla rahatsız ettik, demeye kalmadı
“bu hoyu bizim Mükremin” dedi.
-“Bizim Mükremin” demesi yetmişti, Tabtuk Emre’nin “bizim Yunus” demesi gibi.
Katırı ahırın içine aldıktan sonra yukarı çıktık, “ayol seni hep böyle zor şartlarda mı
göreceğiz geçen sene var Yellibel’de yatmışsınız karın içinde, bu sene Çal’da yatmış
yitmişsin” diye takıldılar.
Biz Fettah amcayla sohbet ederken Düriye teyze sarısı tam sarı yumurtaları tereyağında
pişirip getirdi, yatmadan önce yedik.
Sabahleyin Yellibel üzerinden yola çıktım, Adada bir gün kaldıktan sonra sabah ile geriye
kitaplarımı alarak döndüm, dönüşte artık tam tedbirliydim hiçbir sorunla karşılaşmadan
Güneyyurt / gargaraya geldim.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Son Eklenenler

author

Emma Hayes

There I was in a hot yoga studio with plenty of bright natural light and bending myself into pretzel like positions for the very first time.

instagram